RUHSAL SİSTEMİN BÖLÜMLERİ VE İŞLEYİŞİ

Bu yazımda ilginizi çekebileceğini düşündüğüm bir konuyu ele almaya çalışacağım. “Ruhsal sistemimizin hangi bölümlerden oluştuğu ve nasıl çalıştığı konusunu”. Ruhsal sistem “id(ilkel benlik)”, “ego(benlik)”, “süperego(üstbenlik)” şeklinde tanımlanan üç ana bölümden oluşur.

Konunun ayrıntısına girmeden önce, idin dürtülerin kaynağı olduğunu, egonun kişinin çevre ile ilişkilerini yürütme işlevini yüklendiğini, süperegonun ise zihnimizin ahlaki değerlerini, ideal ve amaçlarını kapsadığını söyleyebiliriz.

İd’in ve doğal olarak dürtülerinin doğuştan var olduğuna inanıyoruz. Ancak, aynı şeyi ego ve süperego için söylemek doğru olmaz. Yani, ego ve süperegonun doğumdan sonra geliştiğini kabul ediyoruz.

İd, doğuşta ruhsal yapının tümünü kapsar. Daha sonra, ego ve süperego idden farklılaşarak ayrı işlevsel birimler olarak gelişirler. Doğuştan gelen haz ve agresif dürtüler sonradan gelişecek yapının temelini oluştururlar. Başlangıçta ruhsal yapının tamamını kapsayan id, daha sonraki yıllarda da hep değişmeden kalır. O, her zaman ruhsal yapının karanlık kısmıdır. Onun hakkında bildiklerimiz rüyaların içeriğinden, nevrotik bozuklukların analizinden, dil sürçmelerinden gözlediklerimizdir. İd kaotik bir yapıdır, örgütlülüğü yoktur, dürtülerin gücünden gelen enerji ile doludur, haz ilkesi doğrultusunda sürekli dürtüsel boşalım ihtiyacı içindedir. İde mantıksal kurallar uygulanamaz. Birbirleri ile çelişen, hatta zıt dürtüler yan yana varlıklarını sürdürebilirler. İdde zaman kavramı yoktur. Zamanın geçmesi, erteleme gibi kavramlar id için bir anlam taşımaz. Kuşkusuz, idin değer yargıları da yoktur. İd dürtüsel impülslerin toplamı olan bir enerjiye sahiptir ve sürekli bir hareketlilik halinde boşalım kanallarını zorlar. İçindeki boşalım ihtiyacının hareketli olması, yani boşalıma izin vermeyen bir objeden, hemen bir başka objeye yer değiştirme yeteneğinin fazla olması, bir biçimde boşalamıyorsa, başka bir biçime dönüşmesi, id içeriğinin karakteristikleridir. Dürtüler fizyolojik düzeyde gerilim ve rahatlama, psikolojik düzeyde ise gereksinme ve doyum olarak gözlenebilir.

Dürtü, hemen, en dolaysız ve saf haliyle, her koşulda boşalma ihtiyacındadır. Dürtünün gerilim-rahatlama ya da gereksinme-doyum sürecinde organizmayı harekete geçirici bir becerisi yoktur.

Harekete geçmeyi ve amaçlılığı, daha fazla farklılaşmış başka bir ruhsal yapı üstlenir. Bu yapıya “ego” denir. Ego dediğimiz zihin bölümü, içgüdüsel gerginliğe ve dürtüleri oluşturan merkezi uyarılma durumuna, deney ve düşünce ile değiştirilebilen, duruma ve amaca uygun tepkiler verebilme yeteneğine sahiptir. Dürtü tek başına, dış dünyanın gerçeğini, çevrenin beklentilerini ve tepkilerini hesaba katamaz. Bunu, ego dediğimiz ruhsal işlevler topluluğu yerine getirir. Ego, dürtüsel doyumu gerektiğinde erteler, onu çevre tarafından kabul edilebilir formlar içine aktarır , gerektiğinde onları deforme eder veya bastırır. Dürtünün objesinin devamlılığını sağlamak için onun gerçeğini de hesaba katar. Bunun için dış gerçeği algılayabilmeyi, onu doğru değerlendirebilmeyi öğrenir, daha önceki deneyimlerinden yararlanır, böylece öğrenen ve gelişen bir yapı oluşturur. Kısacası, ego dediğimiz ruhsal yapı bir yandan dürtüsel doyumların değişik biçimlerde devamlılığını, bir yandan da dış dünya ile ilişkileri başlıca ve önemli oranda yürüten işlevler bütünüdür.

Bu işlevsel üç yapı; id, ego ve süperego birbirleriyle bağıntılıdır. Ego, kişinin çevresi ile ilişkisinin başlıca yürütücüsüdür. Bu, erişkin bir insan için pek çok şeyi kapsamına alır: Doyum ihtiyacı, doyum objesi olan varlıkların elde edilmesi, elde tutulması, çeşitli alışkanlıkların ve bilgilerin edinilmesi, bunları uygulayabilecek ortamların oluşturulması, toplumsal gerçeği ve baskıları fark etme, bunlardan kurtulmanın yollarının bulunması, entellektüel ilgiler, estetik ve artistik kaygılara cevap verebilecek yollar bulma ve daha birçok ayrıntı. Halbuki, bir süt çocuğunda çevre ile ilişki bu kadar karmaşık değildir ama daha yaşamsal bir öneme sahiptir. Bebeğin çevresi ile ilişkisinde anne düzenleyici bir role sahiptir. Örneğin, sıcaktan, soğuktan, gürültüden, her türlü zararlı etkenden koruma işlevini, beslenme ve bakım ihtiyacını üstlenmiştir ve başlangıçta, çocuğun çevre ile ilişkisi anne üzerindendir. Anne, içsel ve dışsal uyaranların dindiricisi, kalkanıdır. Bebeğin de çevresinden beklediği zaten, iddeki dürtülerin yarattığı ruhsal gerilimlerin, gereksinimlerin, isteklerin giderilmesini sağlayacak olağan bir doyum kaynağına sahip olmaktır. Öte yandan, her türlü ihtiyacın bir gerginlik oluşmadan karşılanması da mümkün olamayacağından açlığı giderilmediğinde, altı kirli kaldığında ağlama gibi çevre biryandan da bir engellenme kaynağıdır. Yani, çevre aynı zamanda, acı, elem ve rahatsızlık kaynağıdır. Bu durumda kaçınılmaz olarak, bebek, çevreye karşı ambivalans(ikilem) içinde olacaktır. (Hem doyum, hem de acı kaynağı olduğu için.) Uygun bir doyum engellenme dengesi, çocuğun egosunu gelişmeye zorlar. Tam bir doyum hali, anne karnındaki durumun tekrarı olurdu ve bebeği egosunu geliştirecek uyaranlardan yoksun bırakırdı. Çocuğun egosu, ide bir yardımcı olarak, dürtülerin doyumu için bir yerine getirici ve uygulayıcı olarak gelişmeye başlar. Aslında yaşam boyunca egonun başlıca görevi dürtülerin tehlikesizce doyurulması için ide hizmet etmektir.

Çoğu zaman nevrozlarda gördüğümüz ego id çatışması, süperegonun baskısına maruz kalan egonun idle işbirliği yerine idi kontrol altına alma çabasının sonucudur. Bu klinik gözlemlerimiz bile egonun idin uygulayıcısı olduğunu unutturmamalıdır. Dış dünyadan gelen uyaranları algılar ve bu işleyiş sırasında da bilinçlilik durumu oluşur. Bu sistem egonun duyu organıdır. Sadece dış dünyadan değil, içerden gelenleri de algılar. İçerden gelen ile dışardan geleni birbirinden ayırmak, gelişmiş egonun sahip olduğu bir niteliktir. Başlangıçta iç ve dış kavramları yoktur, sadece algılama vardır. Ego, dış dünyanın etkisini hisseden id bölümünden gelişmiştir ve uyaranların algılanması ve uyaranlara karşı bir kalkan olma işlevi ile oluşmaya başlamıştır. Dış dünya ile ilişki ego için belirleyicidir. Aksi takdirde, sadece dürtünün doyumunu hedefleyen ve dış dünyanın gücünün farkında olmayan id, yok olmaktan kurtulamazdı. Egonun bu işlevini yerine getirebilmesi için dış dünyayı gözleme, gördüklerini belleğine alma, bunları bilgiye ve deneyime dönüştürme ve gerçek yargısı oluşturarak dış gerçeklik ile iç gerçeklik ayrımını yapması zorunludur.

Ego geliştikçe idden kaynaklanan istek ile eylem arasında bir zaman farkı oluşmaya baslar bu düşünme etkinliğidir. Düşünme sırasında daha önceki deneyimlerin anıları kullanıma sokulmaktadır. Böylece haz ilkesi yavaş yavaş tahtından indirilmekte, onun yerini daha fazla başarı vadeden gerçeklik ilkesi almaktadır. Zaman kavramı da yine algısal sistemin işlevi ile oluşur. Ayrıca, egonun idden farklı sentez yapması yani çeşitli durumları birleştirmesi ve ortak olan özellikleri ayırt etmesidir. Egonun zaman kavramına sahip olması, ertelemeyi mümkün kılar. Egonun, bunca özelliğine ve yeteneğine rağmen idden farklılaşmış olduğu ve enerjisini idden aldığı unutulmamalıdır.

İlerleyen yaşlarla birlikte ego ile id arasındaki ilişkiye süperegoda katılır. Ego, bir yandan iddeki dürtülerin doyumunu sağlarken, bir yandan da süperegonun normlarına, kurallarına ve ahlak anlayışına uygun davranmak zorunda kalır. Yani giderek iki efendiye birden hizmet etmek durumunda kalmıştır. Ego üç şeyi birbiri ile harmoni halinde götürmek zorundadır: Dış dünya, süperegonun normları ve idin istekleri. Üç taraftan birinin istekleri aksamaya başladığında tehlike durumu oluşur. Dış dünyanın gerçeği yeterince dikkate alınmazsa, onunla büyük bir çatışma içine girilecektir. Bu, korku duygusunu oluşturur. Bir yandan dış dünya ile uyum içinde olmak, ama bir yandan da idin sadık bir hizmetçisi olmak zorundadır. İdin hizmetinde iken süperegonun gözetimi altındadır. Davranışları süperegonun standartlarına uymak zorundadır. Eğer bu standartlara uymazsa, süperego tarafından suçluluk ve yetersizlik duygusu ile cezalandırılır. Kısacası, ego bir yandan tehlikelerin farkında olacak, bir yandan iddeki dürtülerin doyumunu sağlayacak, bir yandan da süperegonun standartlarına cevap verecektir.

Süperego(üstbenlik), her şeyden önce ahlaksal ve ülküsel değerleri simgeler. Davranışların bu değerlere uyup uymadığını denetler. Sapmalar varsa kişiyi cezalandırır. Ebevenynin ahlaksal ve toplumsal değerleri ve kuralları ile özdeşleşme sonucu gelişir. Süperego gelişimi ebeveynin kural ve yasakları ile karşılaşması ile başlar. Süperegoahlaki, etik ve ülküsel değerlere dikkat eden, benliğin tüm yaptıklarını ruhsal irdeleyen, eleştiren ve onları yargılayarak cezalandıran bir yapıdır. Süperego aynı zamanda ruhsal yapının bütünlüğünü sağlar çünkü süperegoda simgelenen ilkeler ve değerler arasındaki uyum, aynı zamanda ruhsal yapının dağılmasını önler, birleştirici ve bütünleştirici rol üstlenir. Superego gelişmesi, ebeveyn etkisinin azaldığı yaş dönemlerinde öğretmenlerle, arkadaşlarla ve ideal model olarak seçilen özdeşim sonucu gittikçe ebeveyn figürlerinden uzaklaşır kişisellikten kurtulur.

İşte ruhsal sistemimizin bu şekilde işlediği düşünülmektedir.

Psikiyatrist Necati ÇOBANOĞLU

Bunlar da hoşunuza gidebilir...

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir